HEDEF-VASITA İLİŞKİSİ (Gaye- metod)
İslam, hedef ile vasıta arasında bir uygunluk sağlar. Bir mütenasiplik kurar. Gaye için her türlü vasıta mubah değildir. Vasıta gayenin temci ilkelerine ters düşmediği sürece mubahtır. Özellikle insanın nefsi için bir takım vasıtaları mubah görmesi yüce bir davanın yükünü (aşıma sorumluluğuna ters düşer. Bir takım batıl metodlar ihdas ederek, bu yollarla hakkın gerçekleşmesi ve tahakukunu isteyenler, bilmelidirler ki batılla Hak'ka vasıl olunamaz. Yüce İslâm davası ancak kendi metod ve prensipleriyle zeminine oturur ve meyvesini verir.
Davanın sahibi, davasının zafere ulaşmasında takip edilecek metod ve prensipleri belirtmiştir. Sevgili Resulüne bile bütün eza ve işkencelere rağmen diğer bütün yolları nehy etmiştir. Yüce Peygambere takip edeceği metodu çiziyor ve Peygamberle birlikte Müslümanlara da nasıl bir plan takip edeceklerini gösteriyordu. Eğer kulu ve Resulü davanın metod ve prensiplerine muhalefet etse ve Hak olmayan bir takıp şeyleri kendiliğinden uydursa idi, Allah Subhanehu ve Teâlâ onun kudret ve kuvvetini alır kalp damarlarını koparırdı. Nitekim Allah (C.C.) şöyle buyurmaktadır. "Eğer Peygamber söylemediklerimizi bize karşı uydurmuş olsaydı, elbette onun sağ elini alıverirdik. Sonra da kalp damarını koparı verirdik sizin hiç biriniz de buna mani olamazdı." EI-Hakka.45-47. Allah'ın Peygamberi Allah'ın hükmüne asla muhalefet etmez. Allah'a iman eden müminlerde etmez. Allah'ın hükmüne ve bu hükmün gerçekleşmesinde takip edilecek metod ve usullere muhalefet edenler Allah'a asla iman etmiş olmazlar. Nasıl ki İslâm dini Tevhid esası üzerine oturtulmuşsa metod ve prensipleri de bu esasa mebnidir. Eğer davetin konusu Allah'ın dini ise, amaçla Allah'ın rızasını kazanmak olmalıdır. Allah'u Teala ise, razısının nasıl kazanılacağı yolunu belirtmiştir. Davetçinin, görevini yaparken bir lakım yollar ihdas etmesine gerek yoktur, işin uzaması ve sonucun gecikmesi onu ilgilendirmez. Ona düşen vazifesini yapmaktır. Unutulmamalıdır ki bu mücadele onun şahsi ve nefsi için değildir. Bu Allah'ın dini için verilen bir savaştır. Savaşta nefsine hoş giden ve kolayına gelen bir çok yollar olabilir. Eğer bu yollar davanın ilkesine ve temel prensiplerine ters ise asla tevessül etmemelidir. Aksi taktirde artık o, bu savaşı Allah için değil, kendi nefsi için vermektedir. Bu dinin zaferi için değil kendi zaferi için çırpınmaktadır.
Oysaki davayı da, metodu da, sonucu da, belirleyen Allah'tır. Bize düşen O'nun buyruklarına uymaktır.
Allah şöyle buyurmaktadır: "Yanına ama bir kimse geldi diye Peygamber hoşlanmadı ve yüzünü çevirdi. Ey Habibim! Ne bilirsin belki de o arınacak. Yahut öğüt alacaktı da bu öğüt kendisine fayda verecekti. Ama sen, ihtiyaç göstermeyene gelince, ona dönüp sözüne kulak veriyorsun. O'nun arınmasında sana göre bir şey yoktur. Sen Allah'tan korkup sana koşarak gelen kimseye aldırış etmiyorsun." Abese 1-10
Bilindiği gibi bu ayetler Resulullah (S.A.V.)'in Mekke'li eşraftan bazılarını İslâm'a daveti sırasında nazil oldu. Hadise şöyle gelişiyor:
Bir çok müfessirlerin zikrettiğine göre Resulullah (S. A. V.) bir gün Kureyş'li ileri gelenlerden bazılarıyla konuşuyordu. Israrla onların müslüman olmalarını istiyordu. Bunlar Ümeyye İbn Halef, Velid Ibn Mugire, Rabia'nın oğulları Utbe ve Şeybe ve Ebu Cehil gibi toplumun en önde gelenleriydi. Bunlar nüfuz ve kudret bakımından İslam'ın yolunda en büyük engellerdi. Her konuda Müslümanları şiddet ve baskı altında tutuyorlardı, işte Allah'ın Resulü bunların İslâm'a girmesini istiyordu. Böylece İslâm'ın önündeki en büyük engeli kaldırma düşüncesindeydi. Bunların İslâm'a girmesiyle belki bir anda Mekke'ye İslam yayılacaktı. Ne Müslümanlar eziyet görecek ve ne de İslâm'a girmek isteyenler şiddetle karşılaşacaktı.
Böyle bir atmosferde bu insanlarla konuşurken o esnada ama İbn Ümmü Mektum yanlarına gelerek "Ey Allah'ın Resulü bana Allah'ın sana öğrettiklerinden oku ve öğret" diyordu. Bu isteğini defalarca tekrar etti. Resulullah elindeki bu fırsatı kaçırmamak için hoşnutsuzluğunu belli edercesine ondan yüzünü çevirdi. Tabi ki ama onu görmüyordu.
İşte tam o anda Allah Subhanallahu ve Teâlâ Resulünü ikaz ediyordu.
-Ey Habibim! ne bilirsin belki o arınacak.
Evet ilahi tecelli bir kez daha ortaya çıkıyor, insanlar hangi mevki ve dereceye ulaşırsa ulaşsınlar, insanların ulaşabileceği en son mertebeye bile ulaşsalar. Yinede Allah'ın davetini biçimlendirme gibi bir yetkiye sahip olamazlar.
Hiç şüphesiz ki Allah davasını gönderirken, bu davanın insanlara nasıl verileceğini ve hayata nasıl hakim olacağımda belirledi. Davanın metodu da davanın bir parçası şeklinde Allah'ın kontrol ve muhafazası altındadır. Böylece insanların tebdil ve tağyirinden muhafaza ediliyor.
Hal böyleyken Allah'ın kendi Resulüne bile müsaade etmediği bir konuda, kendilerini müslüman zanneden bazı çevreler, İslâm'i olmayan, tamamen Tağuti rejimlerin metod ve prensipleriyle İslam'a hizmet ettiklerini ve günümüzde en geçerli metodun bu olduğunu savunuyorlar.
Bu insanlar İslâm'ın tabiatını ve insanın fıtratıyla olan ilişkisini kavramamışlardır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder